KAYIP RUHLAR LİSESİ ESARET 1

 

KRL ESARET

1.BÖLÜM

 

Umudunuz varsa, yaşamak için sebebiniz vardır.

Ben Elfida Arslan. Aziz ve Sıla Arslan'ın kızıyım. Kırmızı Eldiven örgütünün liderliğini yapmış iki yüce şahsiyetin kızıyım. Her ne kadar onları uzun süredir görmemiş olsam da bir yerlerde yaşadıklarını ve bir gün geri geleceklerini biliyorum.

 Benim buzdan daha soğuk ve sert kalbimi eritip ona dokunabilen Ateş'in suyuyum.

Ruh halim saçlarım gibi işlenmemiş kömür karası.

 Doğuştan acımasız yetiştirildim. İçimde  olmayan acıma duygusunu yansıtan çatık kaşlarım,  beni tanımayanlarda ürkütücü bir izlenim bırakır. Beni tanıyanlar bana dokunulmayacağını bilirler çünkü bedenim benim özelim, hiç kimsenin ona dokunmasına izin vermem. Vücudumun her hangi bir yerine  dokunulması beni deli ettiği gibi dokunanı da yaralar. Ruhsal yaralardan söz etmiyorum. Fiziki yaralardan bahsediyorum.)

 Acılarımı başka acılar tadarak unutmaya çalışan mazoşist kişiliğimin yanı sıra sadistçe acı çektirmekten büyük keyif alan  yapıya sahibim. Aslında ben de normal insanlar gibi olmak isterdim ama ben böyle yaratıldım.  Psikolojik yönümün bu denli karanlık olmasının en önemli etkeni genlerim diye düşünüyorum. Anne ve babası acımasız birer seri katil olan bir çocuğun normal genlere sahip olması biraz saçma olurdu,  öyle değil mi?

 

Karşıma çıkabilecek bütün tehlikelere ve  zorluklarla mücadele edebilmem için bir çok eğitim aldım. Üst düzey elektronik aletler benim çocukluğumda oynadığım oyuncaklarımdı. Bir balerinin esnekliğine sahip olmam,  yürümeye başladığımdan beri aldığım özel derslerden. Her türlü silahı rahatlıkla kullanabilir, yakın ve  ya uzak mesafe dövüşlerde oldukça başarılıyım. Ruhsal ve bedensel işkencelere karşı koyabilir, yalan makinelerinden ustalıkla geçerim. Bit sorgu esnasında beni konuşturacağını düşünen biri beni yeterince tanımıyor demektir.

 

Beş yıl önce bu eğitimlerim devam ediyordu. Hatta Kurt Timine katıldık. Kurt timindeki yaşadığımız maceraları belki başka bir zaman anlatırım ama şu an onu anlatamayacağım. Çünkü şimdi anlatacaklarım Kırmızı Eldivenin çok değerli üyelerini anımsayıp sizi aydınlatacak olaylar. Bu isimleri anılmayan kahramanların yaşadıkları olaylar v yaptığı kahramanlıklar dillere destan olmalı.  

   Karanlık hücremi aydınlatan altı metre yüksekliğinde, bir buçuk metre genişliğinde, 20 santimlik penceresi dışında içinde hiçbir şey olmayan beton bir odadaydım. Fare ve böcekleri saymazsak ışığı sönmüş  Güneş kadar yalnız ve karanlıktaydım.  Tutunabileceğim ufacık bir umut kırıntısına ihtiyacım vardı.

 

 

Demir kapının alt bölmesinde ki küçük pencereden ancak bir kedi geçebilecek kadar genişlikteydi. Bir tas kurtlu mercimek çorba ile küflenmiş somun ekmek, üç öğünün tek seferde verildiği yemeğimdi. Hücre cezası alanların, günde sadece bir defa yemek yeme hakları vardı. Güzel bir biftek yemeyeli epey zaman olmuştu. İnsan bir süre sonra zihni karışıyor v geçmişinin gerçekliğinden şüpheye düşüyor. Bu karanlık v ürkütücü hücre bazen bana oyunlar oynuyor olmayan sesleri duyup , hiç var olmayan şekilsiz yaratıkların benimle konuşmaya çalıştıkları anlarda Ateş'i düşünüp aklıma hakim olmayan çalışıyordum. Böyle zamanlar da aklımı kaybetmemek ve zinde kalmak için sürekli antrenman yapıyor gücümü ve ruh sağlığımı korumaya çalışıyordum.

Sırayla kolumu değiştirerek tek kolla şınav çekiyordum. Kurtlu çorba v bulamaçtan  oluşan yemeğin kedi deliğinden içeri itilince hemen sporu bırakıp yemeğimi alarak en köşeye sinip krallara yakışır yemeğimi yemeye başlamıştım. O gün fazladan bulamaçta getirmişlerdi.

    Okul arkadaşlarımla beraber getirildiğim bu kaplumbağayı andıran hapishane yukarıdan bakılınca gerçekten de kaplumbağaya benziyordu.

     Yaklaşık 17 yıl sonra babama kavuşmuş ve kısa süre de olsa babamın gelmesiyle bir aile olmuştuk. Dediğim gibi bu çok kısa sürmüştü. Onlardan uzak olmam ve hiç haber alamamam sinirlerimi yıpratmıştı. Bu nedenle  sürekli kavga ediyor sonra da haftanın yarısından fazlasını hücre cezası alarak yalnız başıma geçirip arkadaşlarımdan da uzak kalıyordum.

 

Hapishanede geçirdiğim  beş yıl içinde, çeşitli işkenceler görmeme  rağmen güçlü kalmayı başarabilmiştim. Yemeğimi yedikten sonra, anne ve babamı düşündüm. Onlardan ayrıldığımdan beri hiç bir haber alamıyordum. Anne ve babamın iki eli kanda da olsa mutlaka beni v arkadaşlarımı kurtarmak için bir yol bulurlardı. Beş yanlış boyunca gelmemeleri ölmüş olabilme ihtimallerini doğuruyor ve böyle düşününce de iyice krize girip ortalığı dağıtıyordum.  

Yemeğimi yerken büyük paslı ve eski demir kapının kilidine anahtarın sokulduğunu duyunca ıslatılma zamanımın geldiğini düşünmüştüm. Belli aralıklarla içeri girip kol kalınlığında bir hortumla ıslatılıyordum. Zaman mefhumundan habersiz olduğumuz için ne zaman geleceklerini kestirmek pek mümkün olmuyordu.  

  Kapı büyük bir gıcırtıyla açıldı. Neyse ki bu sefer ıslatmak için gelmemişlerdi. İçeri kırk beş yaşlarında,  yüzü boya küpü (erkek gardiyanlarla her fırsatta kırıştırmak için süslenirdi) , kısa boylu minyon tipli, kurbağa suratlı, kadın gardiyan sağ elinde cop, sol elinde elektro şokla kapıda bekleyerek" Delibaş cezan bitti. Bir dahaki cezada görüşmek üzere, hadi çık dışarı. " diye alaycı bir  tavırla bağırmıştı. Her ne kadar bağırıp  dalga geçse de gözlerinin içine baktığımda benden korktuğunu anlıyordum. Onları korkutmak hoşuma gidiyordu.

    Ağır hareketlerle yerimden kalkıp yavaş yavaş gardiyana doğru yürümeye başladım. Gardiyanın benden  korktuğu her halinden belli oluyordu. Ben on yaklaştıkça o copunu daha sıkı kavrıyor benden oldukça uzakta durmaya çalışıyordu. Gözlerimin içine cesaretle bakamıyor copuna bakmayı tercih ediyordu.

     Karanlıkta haftalarca bekletilmiş hırçın bir kısrak gibi, gardiyanın gözlerinin içine baktım. Bu bakışlardan rahatsız olan gardiyan "Bakma öyle çık hadi, daha bir sürü işim var." Dedi titreyen sesine engel olmaya çalışarak.

  Ağzımı hafif açıp, dişlerimi birleştirerek köpek hırlamasına benzer hırıltılar çıkarıp kadına doğru hırlayınca geri geri adımlar atmaya başlamış az kalsın ardı üstüne düşüyordu.

 

-Bana bak akıllı ol , vallahi veririm elektriği.

 Tehditkâr ama ürkek bakışlarla elektroşok cihazının düğmesine basarak ucundan küçük kıvılcımlar çıkardı. Beni korkutup  göz dağı vermeye çalışıyordu ama bö desem altına yapacak durumdaydı.

 Hiç  umursamadan kapıdan çıkıp yürümeye devam ettim. Gardiyan iki adım gerimden yürüyordu. Benden korktuğu için baş parmağı elektroşokun üzerinden hiç ayrılmıyordu.

Uzun kasvetli koridor, beş metre aralıkla demir çubuklu parmaklıklardan oluşuyordu. Arızalı lambalar yanıp sönüyor, üst  köşelerde kameraların hemen altında kırmızı bir nokta yanıp sönüyordu. 

 

     Koridor sonunda ki merdivenleri çıkarak mahkumların toplatıldığı büyük salona girdik. Salon boş sayılırdı. Yaklaşık üç yüz kişinin aynı anda sığabileceği geniş bir salon. Salon kısmında gardiyan değişikliği yapıldı. Bu kısımda ki gardiyanlar daha güçlü ve iri erkeklerden oluşuyordu. Acımasız, gaddar ve tahammülsüz yapılarıyla ün kazanmış duygusuz kas yığınları.

 

 

Salonun tam ortasından, üç katlı cezaevinin tüm katlarına çıkan  merdivenler vardı. Merdivenler dahil tüm kartların korkulukları çelik kafeslerle örülmüştü. Katlara gelindiğinde sağından ve solundan bağlantı köprüleri ile geçişler sağlanıyordu. İlk iki katta erkekler , son katta ise kızlar kalıyordu. Her koğuşta sadece iki kişi kalabiliyordu. Koğuş kapıları parmaklık gibi döşenmiş demir çubuklardan oluşuyor. Koğuşlara girildiğinde sağında ve solunda birer yatak, hemen kapının karşısında da bir klozet ve lavabo bulunuyordu. Hapishaneye dışardan bakıldığında kaplumbağaya benzediği için mahkumlar tarafımdan tosbağa deniyordu buraya. Hapishanenin kuzey çıkışında oval bir duvarla çevrili, üzerinde tel örgüden bir kafes olan avlusu vardı. Aşırı korunaklı, üst düzey gizlilik içinde idare ediliyordu.

 

Birinci katı çıkıp ikinci katın merdivenlerine geldiğimde Ateş'in kaldığı koğuşa baktım.

"Ateeeeş seni seviyorum. Ateeeeş." diye bağırdım. Normalde böyle şeyler yapan biri değilimdir ama burası da normal bir yer değil sonuçta. Ayrıca burada pekte normal şeyler olduğu söylenemezdi. Beni göremese de sesimi duyacağını biliyordum. İçimi ısıtan, aklımı kaybetmem için gerekli tek nedenim Ateş...

 

İkinci katta 50 nolu koğuşta kalan Ateş,  sesimi duyunca hemen kapıya koşup parmaklıkların arasından beni  görmeye çalıştı. O beni görmesede ben onu birkaç saniyeliğine görmeyi başardım.

Beni göremeyince "Ben de seni seviyorum Su'yum. Ben de seni seviyoruuuum." diye bağırdı.

 

Beni  koğuşuma götüren iri cüsseli gardiyan, onu görmeme daha fazla müsaade etmeden elinde ki copla  sırtıma sertçe vurup "Erkeklerle konuşmak yasak. Bunu hala öğrenemedin mi ? " diye bağırdı.

 Copun darbesiyle dengemi kaybedip yere düştüm. Dayanılmaz bir acı sırtımı yakmaya başladı ama buna değer.

Ensemden beni kavrayıp ayağa  kaldırarak "Yürü hadi." diyerek ileri doğru savurdu.

Ondan korkmuyorum şartlar eşit olsa, yani ellerin bağlı olmasa bana vurduğu o copu rahatlıkla ona monte edebilirdim ama şartlar eşit değildi. Öfkemi gizleme gereği duymadan  "Bir gün, unutma bir gün seni çıplak ellerimle boğarak öldüreceğim" dedim sinirli bir şekilde tıslayarak. Birçok el parmaklıklara yapışmış bize bakıyordu. Mahkumların kimisi beni kışkırtmak için tezahürat yapıyor diğer beni sevmeyen kısmı ise gardiyana kaza getirecek çığırtkanlıklar yapıyordu.

 

Tehdidimi duyan gardiyan, gözü kara cesur biriydi. Elinde ki copu kaldırıp tekrar vurmaya niyetlendiği anda hapishane müdürünün geçtiğini görünce vazgeçerek copu geri indirdi. "Sen müdüre dua et." diyerek beni  üçüncü kata çıkarırken erkek mahkumlar seyirlik bir olayı kaçırdıkları için hayıflanıyorlardı.

  "Ben değil, beni öldürme diye sen bana yalvarıp dua edeceksin." diyerek gardiyanı tahrik ettim.

 

Gardiyan "Çok konuşma gir içeri" diyerek kapısını açtığı koğuşun içine beni fırlattı. İçeri girince kapıyı kapattı. Geri geri kapıya yanaştım ve küçük bölmeden kelepçeli elimi uzattım. Ellerimi çözdü.

 

Melek, beni  görünce boynuma sıkıca sarıldı

-Ya kızım yeter artık azıcık akıllan. O kadar dayak yiyorsun hiç mi canın acımıyor?

Sesinde merhamet vardı, sevgi vardı şefkat vardı. Büyük  dejavudan yani Hazal’ın gitmesinden sonra tek gerçek dostum.

    Boynuma sarılan Melek’in  ellerini boynumdan çekerken epeyce zorlandım. İnsana ölümüne satılıyordu. Zaten duygularını hep zirvede yaşayan biriydi.

-Azcık bırak da nefes alayım. Şerefsiz gardiyan çok pis vurdu sırtıma. Yanında belli etmedim ama belim kırılıyordu neredeyse.

Dediğimde farkında olmadan elim sırtıma varmış   copun kızarttığı yeri ovalıyordu.

 

     Melek" Sen yüz üstü uzan ben ovalarım. Aç sırtını biraz da krem sürelim. " diyerek yardım etmeye çalıştı. Ben ona engel oldun.

 

-Gerek yok bu acılar beni öldürmez daha da güçlendirir. Bir gün hepsinden hesabını soracağım. Beni bırak sen ne yaptın, hallettin mi ? Aşçı yapacak mı bu işi?

 

-Evet, şey aslında hayır. Yani öğrenme aşamasındayım. Arkadaş olduk gibi. Tam da arkadaş gibi de denemez hani.

 

- Ne diyorsun kızım sen? Hiç bir şey anlamadım.

 

- Çok para lazım.

 

- Para önemli değil. İstediğimizi yapsın gerisi hiç önemli değil. Paraya boğarım onu.

 

- O zaman tamam bu iş. Sen yaz mektubu. Ben de çoktan yazdım bir tane. Uğur'umu çok özledim.

- Kızım bırak aşkı meşki. Buradan kurtulmalıyız. Annem babamdan hiç ses yok. Başlarına bir şey gelmiş olma olasılığı beni korkutuyor. Erkeklerle beraber bir plan yapmalıyız.

 

-Elfida saçmalama bu hapishaneden nasıl kaçacağız. Bu mümkün değil. Ben de çıkmak istiyorum. Oğlumu küçük Cellad’ımı çok özledim. Elimde şu küçük fotoğraftan başka hiç bir şey yok. Kokusuna hasret kaldım. Burnumda tütüyor.

 

-Tamam ağlama hemen. Bir yolunu bulup çıkacağız. Sen oğluna kavuşacaksın. Ben de annem ve babama. Ama önce şu aşçı işini halledelim. Söyle ona istediği kadar para veririm. Bir daha çalışmasına gerek kalmayacak kadar para.

 

-Tamam ikna ederim. Sen yaz mektubu ben birazdan gideceğim yemek saatine az kaldı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KAYIP RUHLAR LİSESİ ESARET 3

KAYIP RUHLAR LİSESİ ESARET 2